IWW İSTANBUL

AKP Karşıtı Muhalefet ve İşin Kontrolü

Bilindiği gibi, çalışan sınıfın büyük bölümünün AKP’ye verdiği oy desteğinin temel nedeni tek adam yönetimi fikriyatı. Bu düşüncenin, bu fikrin bu coğrafyadaki tarihsel izlerini düşündüğümüzde “Happy Birthday Reis” fikriyatıyla Kemalizm arasındaki paralelliği görmemek mümkün değil. Elbette bu fikrin kökeni 90 yılla da, yalnızca Türkiye’yle de sınırlı değil. “Adaleti sağlayan” kişi kültü hayallerini halifelerden bireysel kahramanlara kadar her yerde bulabilmek mümkün. Yalnızca iktidar sahiplerine değil, onlara muhalefet edenlere dahi gösterilen muamele bunu işaret ediyor. Gösterilen muamele diyoruz, çünkü bir kral her zaman çevresindekiler ona kral gibi davrandığı için kendisini gerçekten kral sanan bir delidir.

Dolayısıyla işin sırrı, hiç bir zaman bir adamın kendini bir şey sanmasında değildir. Çevresinde ona kral muamelesi yapanlar, ona oy verenler, onu destekleyenlerdedir. Çözüm de bu olguyu ortadan kaldırmaktan geçer. Peki de nasıl bir ayartma, nasıl bir yanlış bilinç 80 milyonluk bir ülkenin en az yarısının bu fikre ikna olmasına yol açmıştır?

Bu ayartmanın geçerliliğinin ülkenin yarısıyla sınırlı olmadığını, karşısında yer alanlarda da benzer eğilimler olduğunu vs. söyleyip geçelim. Yukarıda Kemalizm örneğini zaten vermiştik. Aynı kişi kültünü AKP karşı muhalefetin ana payandası Kürt hareketinde de görüyoruz. Yalnızca bu kadar da değil. Solun büyük bölümünü kaplayan kişi kültleri de cabası. Fidel’inden Putin’ine…

Bundan iki buçuk yıl önce, Gezi’nin alevleri yeni yeni közlenirken “AKP’li İş Arkadaşlarımıza” adlı yazımızda bu durumu şöyle anlatmaya çalışmıştık:

Sen, Türkiye’nin çektiği dertlerin kararlı bir liderlik tarafından yok edilebileceğini düşünüyorsun. Tayyip’in “Yüzyılda bir gelen” lider olduğunu söylemen bunu gösteriyor zaten. Sana göre, bugüne kadar olan olaylar da bunun doğru olduğunu gösterdi. İsrail’e atılan postalar, Tayyip’in dış ülkeler tarafından kahraman gibi karşılanması, IMF’yle bitirilen dış borç, herkes global bir kriz içinde inlerken, Yunanistan kaos içinde debelenirken Türkiye’nin bir istikrar adası olması vs. Ben, senin kararlı ve kendine güvenen bir lider tarafından kurtarılan Türkiye formülünün saçmalık olduğunu düşünüyorum. …

Hitler Almanya’sı bunun için güzel bir örnek. Orada da “Ein Volk, Ein Partei, Ein Fuhrer!” şiarı göze çarpıyordu. Yani “Tek halk, tek parti, tek lider!” Senin formülüne çok benziyor. Sen de tek bir lider çevresinde birleşmiş bir halk istediğin malum. Naziler 1933’de iktidara geldiklerinde gerçekten de halkı bir amaç ve bir lider etrafında birleştirerek, 1918’den beri Almanya’yı istikrarsız hale getiren tüm güçleri ortadan kaldırdıkları ve bilimde, teknolojide, sanatta vs. bir yükseliş gösterdikleri biliniyor. Sen bu noktaya kadar tek lider formülünün güzel şeyler yarattığını düşünebilirsin. Ama işin sonunu pek düşünmediğin belli oluyor. Almanya bu yükselişi sağlamak için, solculara ve ardından Yahudilere karşı çok büyük bir teröre girişiyor. İstikrar sağlanıyor ama solcular temizlendiği için değil. Muhalefet eden herkes sindirildiği için.

Naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim. Çünkü komünist değildim. Sonra yahudiler için geldiler ve bir şey demedim. Çünkü yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler ve bir şey demedim. Çünkü sendikacı değildim. Sonra Katolikler için geldiler ve bir şey demedim. Çünkü katolik değildim. Ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı.”

Ve bundan sonra, Almanya o kadar büyüyor ve kendine güveniyor ki, orduları hem Batıda Fransa’da, hem Doğuda Rusya’da, hem Güneyde Afrika’da savaşıyor. Sonunda da aşağılık bir şekilde yeniliyorlar. Çünkü, bu kadar büyük bir savaş kampanyasının kazanılmayacağını Hitler ve Nazi partisine söyleyecek kadar yürekli kimse kalmamış durumda.*

Bugün bu sözlerin, bu formülün bir şeyleri ıskaladığını görmek mümkün. Tek adam yönetiminin ana problemi, bir kişiye yüklenen inanç ve o kişinin, o partinin, o hareketin yanlış yapma olasılığı değildir. Tek adam yönetiminin kendisi bireyleri pasifize ettiği için, daha yanlışı yapmadan, daha günahı işlemeden zaten suçludur. Çünkü kişi kültü, lider kültü korporatizm denen toplumsal örgütleniş olmaksızın olanaksızdır. Yani bir diktatörün diktatör olabilmesi için, “Herkes kendi görevini yapacak, herkes kendi sınırını bilecek” türünden bir düşüncenin, bir ideolojinin, bir davranış şeklinin de oluşturulması, topluma benimsetilmesi gereklidir. Aynı şekilde bu tür bir toplumsal davranış şekli ortaya çıktığında bu meslekler sistemini, bu esnaf odaları birliğini yönetecek bir lidere ihtiyaç doğar. Çünkü korporatizm esnaf kafasının kendisini topluma dayattığı bir toplumsal örgütleniştir. Bu durumu küçük burjuvazinin hayat fikrinin çalışan sınıfa dayatılması olarak okumak mümkün. Tabi bu durumdan asıl kazançlı çıkanın, “her devrin kazananı burjuvazi” olduğunu unutmadan.

Bu liberalmiş gibi yapan, ama bönlüğünü kaybetmeyen düşüncenin arka planında gayet korporatist, gayet esnaf, bakkal, çakkal tayfasına özgü bir desen farketmemek mümkün değil: Herkes kendi işiyle uğraşmalı! Esnaf esnaflığını bilmeli, tükkancı tükkancılığını, işçi işçiliğini, hizmetli hizmetliliğini, hukuçu hukukçuluğunu, profesör profesörlüğünü bilmeli. Pek tabi, yalnızca iktidar odağı, iktidardaki parti sınırılarını her noktaya kadar genişletme yetkisine sahiptir. Çünkü “milli irade”yle donanmıştır!**

Bu toplumsal davranış tarzının demokrasinin tam tersi olduğu açık. Kant’ın Aydınlanma tarifine göre olgunlaşmamışlığı ifade etttiği de. Ama birçokları için görmesi zor olan, bu davranış tarzının bir ülkeyi, bir toplumu, bir coğrafyayı, geri kalmışlığın, fikirsizliğin, düşük toplumsal ahlakın, ataletin insafına bırakıp, hiç bir fikir üretemeyen şişinmiş bir durgunluğa sürükleyeceğidir. Ve istisnasız her durumda bu düşünsel durgunluk, bu geri kalmışlık, topluma yalancı bir ilerleme hayaliyle, o da olmazsa iç ve dış düşmanlara karşı savaşla pazarlanmak zorundadır. Toplum kendisini ilerliyormuş gibi hissetmelidir 1 Aksi halde takke düşer, kel görünür.

Bu durum kelimenin tam anlamıyla toplumsal fikir üretiminin ölümüdür. Yani bilimsel, teknolojik ve sanatsal gerilemenin, etik değerlerin yok olmasının en kolaycı yoludur. O toplumdan hiçbir fikir çıkmaz, içerideki her birey dünyaya at gözlükleriyle bakar, korku eklektik olarak içselleşir ve iki yüzlü bir kendini kurtarma mekanizmasına dönüşür. Kısaca toplum inanılmaz derecede geri kaldığını farkedeceği bir gerçeklikle karşılaşana kadar (bir ekonomik kriz, bir savaş yenilgisi, liderin ölümü ve ardından geri kalanların birbirini yemesi vs.) bu bönlüğe teslim olur.

Durumu yeterince niteledik sanırım. Peki de bu durumdan nasıl çıkacağız? Çalışan sınıfın kendi çıkarları için örgütlenişini tüm topluma dayatarak tabi ki. İşte burada klasik reaksiyoner sendikacılığın, histerik “devrimci”liğin sınırlarıyla karşılaşıyoruz. Bu histerik reaksiyoner muhalefet etme şeklini aşmak, onları kenara koyup kendi hallerine bırakıp yürümek gerek.


calısıyorsan-kontrol-etmelisin-ist-afişi
Tam bu noktada, işyerlerinde işin çalışanlarca kontrolü kavramı inanılmaz önemli bir hale geliyor. Bu kavram, klasik reaksiyoner “devrimci” sendikacılığa da, ulusalcısından en enternasyonalistine “devrimci”sine de inanılmaz yabancı. Toplumsal gelişimi sınıflar arası bir savaş olarak değil, sistemli bir evrim gibi gören düşünceler “Daha fazla mesaiden kurtulamamış, işin kontrolünü nasıl ister?” noktasının bir adım ötesine gidemezler. Pratikte uygulanışına “Bu patronun işine yarar!” demekten başka bir çözüm sunamazlar. Kısacası, reaksiyoner muhalefetten asla kurtulamazlar. Çünkü en iyi ihtimalle “talep-red-direniş-kabul” noktasında takılıp kalmış durumdalar. Çalışan sınıfın egemenlere, patronlara, devlete karşı örgütlenişini bu noktaya kısıtlamak ise çalışan sınıfları sisteme entegre etmenin, AKP’yi destekletmenin en kolay yoludur.

İşyerlerinde örgütlenme bugün AKP karşıtı politikanın en güçlü silahı. Bunun devrimci muhalefet tarafından anlaşılmamasının hiç bir önemi yok. Türkiye’de devrimci muhalefet neyi ortaya çıkmadan önce anladı ki? İşyerlerinde örgütlenme sürüyor ve büyümeye devam ediyor. Bu potansiyel “kuvveden fiile geçtiğinde” kendiliğindenliğe övgülerle karşılanacağı kuşkusuz. Elbette taş üstüne taş koymaya imtina edenler, istediklerini sandıkları durum ortaya çıktığında buna “kendiliğinden oldu” diyeceklerdir.

Ama işyerlerinde örgütlenme, artık yalnızca patron herkesi işten atınca, fabrika iflas edince ya da sendikanın bir şekilde var olduğu işletmelerde 2 yılda bir toplu sözleşme dönemlerinde ortaya çıkamaz. İşin çalışanlarca kontrolü düşüncesi olmadan “en bi devrimci sendikalist örgütlenme” dahi reaksiyonerlikten, histerik patlamalardan öteye gidemez.

Bir çalışan hareketinin egemen fikirlerden büyük bir kopuş getireceğini, kudurmuş durumdaki milliyetçiliği gerileteceğini bir çok kez anlatmaya çalıştık. Kopuş‘ta da Çalışan Milyonları AKP’den Kurtarmak yazılarında da bunun olasılığını inceledik. Bu kopuşu yaratmanın yolu, AKP’yi ülkeye ve tüm dünyaya daha fazla zarar vermesine izin vermeden iktidardan etmenin yolu, işin çalışanlarca kontrolü düşüncesiyle donanmış işyerleri temelli örgütlenmeden, işyeri birliklerinden geçiyor.

IWW İstanbul var olduğu işyerlerinde bunu yaparak yer altında tüneller kazmaya, işyeri temelli gerçek dayanışma ağları kurmaya, o ünlü “yaşlı köstebek” olmaya devam ediyor.

joiniww

1Tıpkı Gezi’deki gibi Cerattepe’de olanlara karşı iktidarın ve destekçilerinin reaksiyonu tam da bunu gösteriyor. Kendilerini ülkenin gelişmesini isteyen “ilerici”ler olarak göstermek zorundalar. Yalnızca orada saf ekonomik çıkarları olduğu için değil. Yalanı devam ettirebilmek için de…

IWW Istanbul • 29/02/2016


Previous Post

Next Post

Leave a Reply