SEÇİMLERDEN SONRA: SÖZ, EYLEM, ÖRGÜTLENME
Sendikalara ait yasalar mı çıkacak? Hemen sendikalı olanları sendikalı olmayanlara, sanki haksızca rahat yaşıyorlarmış gibi lanse ederler. Kendi sendika düşmanlıklarından doğan eşitsizliğin sebebi, sanki sendikalarmış gibi anlatırlar.
Tazminatlara ilişkin yasa mı çıkaracak? Hemen tazminat hakkı olan sigortalı işçileri tazminatı aklına bile getiremeyen sigortasız işçilere şikayet ediverirler. Eğer işverenin tazminat yükümlülüğü ortadan kalkarsa, herkes tazminata hak kazanacak deyip, işverenlerin çıkarı için çıkaracakları yasayı savunurlar. Kendi işveren seviciliklerini, işçi düşmanlıklarını saklamak için, sanki sigortasız çalışanlara haksızlık yapan kişiler, onları ezenler, onların tazminat almasını engelleyenler sigortalı çalışanlarmış gibi iğrenç yalanlar uydururlar.
TEKEL eylemi mi var? Hemen TEKEL işçilerinini aslında ne güzel bir duruma getirdiklerini, 4-C’nin işsizlikten daha iyi olduğunu anlatıp dururlar ki, işsizler “Bulup da bunuyorlar” deyiversin.
Bu sefer yine aynı durumdayız. Yine sınıf olarak, çalışan insanlar olarak karşı karşıya kaldık. Üstelik seçim denen gölge oyunu sebebiyle. AKP, hepimizde az buçuk bulunan kendimizi önemli hissetme isteğini yine bize karşı kullanıyor. Sınıfımızın bir bölümünde bulunan bir özelliğe karşı diğer bölümlerin hıncını kullanıyor.
AKP kentlerdeki çalışan sınıfın en ezilen kesimlerini, sendikalı ya da daha kalifiye kesimlerinin karşısına çıkarıyor. Yani kırın kente düşmanlığını kentin içine taşımayı beceriyor. Bu “karşısına çıkarmanın” fiziki bir şey olmadığını, bu iki kesimi yalnızca “oy” denen oyunla karşı karşıya getirebildiğini unutmamak gerek. Bu karşı karşıya getirilişin en büyük nedeni ise sınıfın en ezilen kesimlerinin de, diğer kesimlerinin de sınıf mücadelesi araçlarından tamamen habersiz oluşu.
Mağdur edebiyatının ne olduğunu doğru anlayın artık!
Tayyip bugüne kadar ezilenlerin sesiymiş gibi sağa sola sataştı durdu. Hep bir düşman yarattı ve o düşmanla kapıştı. Bizim ulusalcılarımız da ülkeyi bölüyor, kamplaştırıyor diyerek buna ah vah etti. Göremedikleri şey, o kamplaştırmanın ülkenin en ezilen kesimlerinin ön yargılarının, aşağılanmışlıklarının kullanılmasına yönelik olduğuydu. İsrail’e “One minute”, o ezilenlerin guruna yönelik bir hareketti. Hem İsrail’e laf geçirerek islamcı duyguları okşadı, hem aşağılık komplekslerimizi bir nebze gidermiş oldu. Tayyip, Koç’a göz dağı verince, bir iki ihaleyi vermeyince bir anda zenginlere, elitlere düşman “oluverdi”. Ağzından düşürmediği üç ana terim hep şunlar oldu: “İkinci sınıf muamelesi”, “Elitler” ve “Ayrımcılık”.
24 Ekim 2013 tarihli şu konuşmasına bir göz atıverin:
“Cumhuriyet bir zümrenin, bir kitlenin, bir grubun etnik kökenin değil bu topraklar üzerinde yaşayan 76 milyonun cumhuriyetidir. Bir kesim özellikle de elitler kendilerini cumhuriyetin yegane sahibi görmüş kendileri dışındakilere ikinci sınıf görmüştür. Cumhuriyetin 90. yıl dönümünde bizler de şu soruyu çekinmeden korkmadan o elitlere, o seçkinlere sorabiliyoruz. Sizi Cumhuriyetin tek ve yegane sahibi yapan nedir? Kendiniz dışındakilere parmak sallama hakkını nasıl buluyorsunuz? Cumhuriyetin tapusu 76 milyonun üzerine kayıtlıdır. Herkes her vatandaş eşit derecede bu cumhuriyete sahiptir. Kimse cumhuriyeti ben kurdum dayatması yapamaz.
… Kimse millete aptal deme, koyun deme hakkına sahip değildir. Bu millet uzaydan gelmemiştir. Kimse yoksulu, engelliyi, kadını, çocuğu dışlayamaz ona ikinci sınıf muamelesi yapamaz. Elitlerinsiyaseti sürdürebilmek milli iradeyi saf dışı bırakmak için sanal düşmanlara ihtiyaçları vardır. Beceriksizliklerini sanal tehditlerle örtüyorlar. Cumhuriyet kavramının içini boşaltmakla kalmadılar. Milletimize de bedeller ödettiler. Yaşadığımız ayrımcılığın altında bu ötekileştirme vardır. …”
Kısacası Tayyip’in mağdur edebiyatı, mağdura üzülüp oy veren kitleye değil, kendilerini mağdur hisseden, ezilmiş hisseden insanlara yönelikti. Onların gerçekten ezilmiş olup olmamaları önemli değil. Bir bölümü bu ülkenin kaymağını yiyenler dahi olabilir. Önemli olan kendini ezilmiş, hor görülmüş, ikinci sınıf hisseden olmaları. En azından bir zamanlar…
Ama seçimden önce de yazmıştık,(1) bu “duygudaşlık” histerisinin altında, istikrarsızlık korkusu ve AKP’nin bugüne kadarki performansınden memnun milyonlar var. Hiç kimse yalnızca yalandan pohpohlanıyor diye tutup bir demagoga oy vermez. Bunun yanında o ana kadar hayatını idame etme yollarının bir şekilde açık olması da gerekir.
O halde bu durumla nasıl başa çıkacağız? “Empati kuralım” tayfasını boşverin. Bugüne kadar kursalardı, kurarlardı zaten. Bu tayfaya karşı, “Ne empatisi ulan! Mal bunlar mal!” diyen ve sayıları Cumhuriyet Mitingleri sırasındaki rakama ulaşan “Bu halktan adam olmaz!” tayfasının çözümsüzlüğünü de boşverin. Yenilerde tekrar rastlamaya başladığımız, bu tayfanın en şirret hali “Bunları şiddetle sindireceğiz, başka yolu yok!” diyen eski darbeci çözümleri de boşverin.
Yapılması gereken sözel görev, AKP’li ya da başka partili herkese, AKP’nin ve devletin içinde oldukları aşamayı iyice anlatmak. Ne oldu? Tapeler piyasaya çıktı. Seçimler oldu ve halkın %45’i Tayyip’e inansa da inanmasa da AKP’ye oy verdi. Seçimin ardından gelen tepkilerin bir bölümü, “Bu halk daha nasıl inanır? Bak inanmıyorlar işte.“ şeklinde oldu. Bir insanın hırsızlığa, adaletsizliğe inanmaması, inanmayacağı anlamına gelmiyor. Burada asıl problem, yasak twitterı kullananların, facebook’ta onu bunu paylaşanların görevlerini ifa etmiş hissetmeleri aslında. Oysa o tapelere ait görev daha yeni başlıyor. Milyonlara anlatmamız gereken milyonlarca şey var hala.
Bu şekilde iş yapan, havuzlar kuran, o havuzlarla işler çeviren, ihale üzerinden komisyon alan, ülkenin birikimlerini çatır çatır yiyen, vergilerimizi çarçur eden bir yönetimin, kriz anında istikrarı sağlayamayacağı çok açık. Savaş çıkarmak için kendi türbesini bombalamak isteyenlerin binlerce askeri öldürteceği çok açık. El Kaide gibi cinai şebekelere kimyasal silahları sağlayanların, biber gazını kimyasal silah olarak üzerimize boşaltanların gelecekte neler yapabileceği çok açık. Ama bunu anlatmamız, insanların bunu anlamasını sağlamamız gerektiği, herkes için açık değil anlaşılan.
Tabi yalnızca bu mu? İstikrarlı bir hükümet ne demek? Kıdem Tazminatı yasasını çıkarmakta beis görmeyecek bir hükümet demek. Kriz anında kapıya konacak milyonlarca çalışanın parasını iç edebilecek hükümet demek. Patronlara el altından “Atın atabildiğiniz kadar, aslanlar!” diyecek, alanlarda ise demagoji yapacak bir hükümet demek. Bizi giderek artan saatlerle, izinsiz, Cumartesi-Pazar dinlemeden, üç otuz paraya çalıştıracak bir hükümet demek. Tuzla’daki tersanelerde ölenlerimiz için, üçüncü köprü inşaatında ölen üç işçimiz için sabote ettiler diyebilecek kadar şerefsizlerin oluşturduğu bir hükümet demek. İstikrarlı hükümet, bizi çalışırken öldüren, işsizken süründüren, sokakta köpek muamelesi yapan hükümet demek!
Karşımızdaki bu ihtimale hazırlanmak için yazdığımız % 50 yazısında şöyle söylemiştik (1):
“…Neden kadir-i mutlak bir iktidar, TEKEL direnişinden ürküyor?
İlki tabi ki verilmeye çalışılan yoksulların babası, zenginlerin düşmanı imajını yok ettiği için. Düşünsenize haklarını isteyen TEKEL işçilerinin karşısında ceberrut devlet ve onun başındaki “fakirler”i ezen adam. Seçimler için pek de iyi bir durum değil.
Ama ikinci bir neden daha var: Popülizmin en korktuğu şey, kendi çıkarı için hareket eden çalışan sınıftır. Çünkü kendi demagojileri için gerekli, el açıp onlara dua eden bir topluluk bulamazlar. Onun yerine direnen, aktif olan, özne olan bir sınıfla karşı karşıya kalırlar. Kısacası ayaktaki işçi sınıfına “sürü” muamelesi çekemezler, onu ehlileştiremezler, onu oy fabrikasına dönüştüremezler.
AKP’yi yenmek mi istiyoruz? O halde işyerlerinde örgütlenmeliyiz. Bu örgütlülükleri nasıl tüm işyerlerine yayacağımızı düşünmeliyiz. Yayılan yerlerde hareketi nasıl birbirleriyle ilişkili hale getireceğimizi bulmalıyız. Çalışanların örgütlü olması için, morallerinin ve kendine güvenlerinin yükselmesi için neler yapabileceğimizi konuşmalıyız. Kısacası, umudu dışarıda değil, içeride, kapitalizmin ininde aramalıyız.”
O halde yapılması gereken şey, sözü aşıp, örgütlenmeyi önermeye başlamak. Çünkü “Popülizmin en korktuğu şey, kendi çıkarı için hareket eden çalışan sınıftır.” Yani, kimi popülistlerin düşlediği gibi AKP’li olan kesimleri dostluğa, bize karşı empatiye çağırmak, ya da onlara “eğitim” vererek tercihlerini değiştirmelerini sağlamak değil! Onları kavgaya çağırmak, yalnızca çağırmamak, bu kavgada kullanabilecekleri silahları da önermek gerek!
İğneyi başkasına, çuvaldızı kendimize batırmamız gerek
Ama durun bir saniye, durun! Biz, yani AKP karşıtı olan çalışanlar, tutup AKP’ye oy vermiş çalışanları örgütlenmeye çalışacağız, öyle mi? AKP karşıtı milyonlarca çalışanın kaçta kaçı örgütlü? Yani, AKP karşıtı olan biz diğer çalışanlar, daha kendimiz örgütlenmeden, sendikamız olmadan, kendi işyerlerimizde ağlarımızı kurmadan, kendi öz çıkarlarımız için savaşmaya başlamadan, başkalarının üstelik gurur ve istikrar için bir demagoga destek atanların örgütlenmesi gerektiğini mi vaaz edeceğiz? İnsanın bir öz saygısı da olmalı, canım…
Bu kadar saçma bir davranış olabilir mi? Aynı saçmalığı, özellikle eğitim almış ulusalcılarda görmüyor muyuz? Onlarda yaygın olan fikre göre AKP’ye oy veren halk kitap okumaz, cahil bir kesim. Oysa iyi bilinir ki, en kör cahil olan cahil olduğunun farkında bile olmayan yarı-aydınlardır. Bay Pipo’yu, Şu Çılgın Türkler’i, Zamanı Durduran Saat’i, Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda’yı, Haliçteki Somonlar’ı okuyup, kendisini aydın zanneden binlerce ulusalcı var. Aynı tuzağa yakalanmış olmayalım sakın?
Ama aynısının tıpkısını, çalışan sınıflar içindeki bir çok devrimci insanda da görmüyor muyuz? Kendilerini riske etmek söz konusu olduğunda örgütlenmeyen, kapitalist hiyerarşi söz konusu olduğunda hiyerarşi basamaklarını tırmanmaya çalışan insanlar. Durmadan herkesi en güvenli alana, yaşamlarını en az etkileyecek en kolay yere, riskli görünse de hep korundukları saf sokak gösterilerine, işyerleri dışındaki içi boş örgütlenmelere çağıranlardan bahsediyoruz. Bu insanların, hayatlarını kıt kanaat geçirenleri örgütlenmeye çağırma ihtimalleri var mı? Çağırsalar da karşıdaki insanların bunları önemseme ihtimalleri var mı?
Oysa kendi işyerinde örgütlülüğünü sağlamış, hayatla, yaptığı işle bağları sağlam çalışanların çoğaldığını düşünün. Bu insanların bir grevi, bir direnişi desteklemek için kendi işyerlerinde yapacakları kampanyayla azıcık para bile olsa toplamış olmaları durumunu düşünün. Kazova’yı, Greif’i işyerlerinde tartışmaya başladığımızı düşünün. Bu durumun ne olduğunu anlayabiliyor musunuz? Hakkını arayan insanları, üstelik devletin baskısı ve sendikaların bilindik bürokrat kafalılığı sebebiyle haklı olmanında ötesine geçmiş bir grevi işyerlerinde tartışmaktan, ona desteği işyerlerinden başlayarak yaratmaktan, sınıfı tekrar bir araya getirmekten daha muhteşem ne olabilir?
O halde…
O halde işyerlerinde muhalefet insanları toplayacağız; çalışan sınıf hareketini ve yakında karşılaşacağımız ağır saldırıyı anlatacağız. Krizi anlatacağız. Yalnızca anlatmayacağız, o saldırıya karşı nasıl savaşacağımızı, kitle grevlerini, genel grevi, doğrudan eylem yöntemlerini tartışmaya açacağız. AKP’nin politikalarıyla, işverenlerin politikaları arasındaki uyumu göstereceğiz. Ve bunu yaparken, örgütlülüklerimiz pekiştikçe ve işyerlerini aşan ağlar ortaya çıktıkça, bu ağları AKP’ye oy veren çalışanlar içine nasıl yayacağımızı düşüneceğiz.
Naziler iktidara gelmeden hemen önce Troçki ne diyordu?
“Komünist işçiler; siz yüzbinler, milyonlarsınız, gidecek bir yeriniz yoktur, size yetecek kadar pasaport bulunmayacaktır. … Kurtuluş yalnızca amansızca bir kavganın sonundadır… Komünist işçiler, acele edin, çok az zamanınız kaldı!“
Dönem farklı, olaylar farklı, metodlar farklı. Ama aciliyet aynı ve sol/devrimci/muhalif çalışanların zamanı yine çok az…