IWW İSTANBUL

İŞYERLERİ BİRLİKLERİNE DOĞRU

7251176Türkiye’deki devrimci sendikacılık ne dünyanın gerekliliklerini ne de ülkenin durumunu karşılayabilir durumda. Karşımıza her gün çıkan problemleri çözmek için düşünceler ve taktikler üretmek yerine reaksiyonlara hapsolmuş, planı olmayan bir sendikacılık anlayışıyla karşı karşıyayız. Bu dertten, sendikaların içindeki bürokrasiye düşman unsurlar da muzdarip. THY grevinde “devrimci” sendikacılığın da, ona muhalif “daha da devrimci” sendikacılığın da sınırlarını on yüz milyonuncu kez görmüş olduk.
 
“Devrimci” sendikacılık, bir grevi politik olarak sürdürülebilir hale getirmek isterken, onlara muhalif “daha da devrimci” sendikacılık, yalnızca söylenip yapılmayan şeyleri teşhirden öte hiç bir şey üretemedi. Bir grevi politik olarak sürdürülebilir hale getirmeye çalışmaktan kastımız, şanslı bir şekilde Gezi’nin bütün ateşli desteğini de arkasına alarak “dışarıdan” güçlerle “içerideki” morali ve kararlılığı yüksek tutmaya çalışmak. Günümüz şartlarında bu yönteme tek çare olarak bakmak, o grevi yenilgiye uğratmak demektir.1Arzu Çerkezoğlu’nun, bütün devrimci duruşuna rağmen, 22 Ekim 2013’de bir televizyon programında söyledikleri tam da “devrimci” sendikacılığın günümüzdeki sınırlarını gösteriyor. 2

Artık bu neo-liberal çağda, herşeyin piyasaya açıldığı, … tüm bir yaşamın piyasalaştırıldığı ve güvencesizleştirildiği bir dönemi yaşıyoruz. Dolayısıyla sınıfsal mücadele dediğimiz şey artık, üretim alanı değil, fabrika değil, işyeri değil. Sınıfsal mücadelenin alanı artık hem üretim alanı olarak tarif ettiğimiz işyeri, fabrika ya da her nerede çalışıyorsa bir insan, hem de yeniden üretim alanı olarak tarif etttiğimiz yaşamın diğer alanlarını da kapsayacak bir biçimde genişlemiş durumda bugün.

Bu düşünüş tarzıyla, bir önceki post-modern dönemdeki “işçi sınıfı mücadelesi ile diğer mücadeleler eşittir” fikrinin temel mantığı tamamen aynı. Oysa, ne her mücadele birbiriyle “eşittir”, ne de üretim alanı mücadeleleri üretim alanı içi mücadeleyle aynı değerde olabilir. Nedenini, Zizek bir çok yerde çok güzel tarif ediyor: “Diğer tüm mücadeleler, topluma kabul, toplumda onurlu bir yeralış, ihtiyaçlarının ve çıkarlarının varolduğunun toplum tarafından kabulü üzerine kuruludur. Cinsiyet mücadeleleri, azınlıklar mücadeleleri vs. Oysa çalışan sınıfın mücadelesi kabul üzerine kurulu değildir. Karşı tarafı yok etmek, ortadan kaldırmak üzerine kuruludur.” Aynı mantığı Arzu Çerkezoğlu’na karşı da kullanabiliriz: Diğer tüm “sınıfsal mücadeleler”, topluma kabul üzerine kuruludur. Oysa işyerlerinden kaynaklanan, üretim alanından kaynaklanan tüm mücadeleler patronları, onların vekillerini ve onların siyasetçilerini egale etmek üzerine kuruludur. Gerçekten devrimci olan, dolayısıyla evrensel olan yani yepyeni bir topluma kurucu olabilecek ilke, işyerlerindeki sınıf mücadelesidir.3

Sorun yalnızca sendikacılarda değil hiç kuşkusuz. Ateşli bir şekilde bu sınıf mücadelesinde yer almak isteyen arkadaşlarımızda da benzer problemler mevcut. Bazen bu arkadaşlarımızla konuşurken, şu sözleri duyuyoruz: Anlattıklarınız güzel ama Türkiye gerçeklerine aykırı. Neden aykırı olduğu konusunda doğal olarak herkes ayrı fikirde: Kimine göre Türkiye çoğunlukla bir KOBİ ülkesi, dolayısıyla işyerleri içinde birlikler kurma burada çok zor. Kimilerine göreyse, bu ülkede işverenle ya da müdürle çalışanın karşı karşıya gelmesi imkansız, çünkü mesela Avrupa’dan çok daha sıcakkanlı insanlarız, dolayısıyla bu karşı karşıya gelme ortaya çıkmadan önce hemşericilik, nankörlük etmeme kaygısı, koyun gibi olma vs. öne çıkıyor ve sınıfsal karşı karşıya geliş var olamıyor.

İlk fikri savunan arkadaşlarımıza şöyle cevap veriyoruz: “Türkiye gerçekliğine gelince, tüm dünyada aynı problem var zaten. Ama her zaman, köyler kentleri, Neva bulvarındaki küçük dükkanlarda çalışanlar Putilov fabrikasını, Anadolu İstanbul’u, küçük işletmeler büyük işletmeleri takip etti. … Ve tabii, işyerinde çalışma yapamayacak konumda olup da yine de bu gerçeği farkedenler için bir çok yol bulmak gerekiyor. Türkiye’nin farkı belki de burada. Türkiye solu, sömürülmekten o kadar korkuyor ki, kendisini sömürünün az olduğu, bireysel olarak daha fazla takılabileceği küçük adacıklara hapsediyor. Bu da her daim, asıl hareketle ilişkisini kesmesine yol açıyor. Kadim dilde buna küçük burjuva ruh hali denirdi. 4

İkinci tür fikirleri savunan arkadaşlarımıza da şu minvalde: “Bunlar çözmemiz gereken problemler. Bu problemlerin kaynağının Türkiye’nin şehirleşmeye doğru yol alan bir toplum olması olduğunu gözden kaçırmamak gerek…. Kimse adını koyamasa da bu nedenler henüz kendi yaşamını kuramamış, henüz köyden kente göçün etkilerini üzerinden atamamış, kendi çıkarlarının farkına varamamışların problemleri. Sınıf mücadelesi uyandırıcı etkisi olan bir deneyimdir. Bir kez başladığında, bu problemlerin ortadan kalkacağını defalarca gördük ve yaşadık.5

Her iki fikrin de, ortak noktasının Türkiye’nin diğer ülkelere kıyasla özellikleri olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Tabii ki, her kültür, her ülke birbirinden farklı. Ama bu durum, ortak noktaları olan emek sömürüsüne karşı mücadeleyi imkansız hale sokamaz.

Bir diğer nokta, Kazova grevi ile iyot gibi açığa çıkan bilinç bulanıklığı. İşyerlerinin kontrolünün mülkiyete bağlı olduğu, bu sebeple de mülkiyet sistemi değişmeden bu işin yapılamayacağı düşünülür çoğu kez. Yani, işyerlerini kontrol etme isteğimizi, devrim sonrasına atma refleksi. Bu şekilde düşündükten sonra, yani burjuva mülkiyet ilişkileri ortadan kalkmadan işyerlerinin kontrolünün hayal olduğunu vs. ifade ettikten sonra, Kazova işçilerinin adeta büyüleyici bir şekilde işyeri denetimini başlatmaları nasıl desteklenebilir? Burada ağır bir çelişki yok mu? Var elbet. Ama bu çelişkiyi itiraf eden ve düzeltmeye çalışan kimse yok. Onların kafasına göre mülkiyet, politik iktidarın aniden değişmesi ve şu “Devrimden Sonra” maskara filmindeki gibi işyerlerine giden sosyalist unsurların çalışan işçilere mülkiyet hukukunun değiştiğini bildirmesi sonrasında çalışanlar tarafından ele geçirilebilir. Elbette Kazova’da olduğu gibi fiiliyatta ele geçirilince bir çelişki hissetmeden o da destekleniverilir.

Proudhon’un Sefaletin Felsefesi ve Marx’ın Felsefenin Sefaletini okuyan herkes, bu ikisinin mülkiyetin kutsallığı konusunda kapıştıklarını bilir. İlginç olan, anarşistlerin Proudhon’un savunduklarına rağmen mülkiyeti fiili süreçte bir “engel” olarak görmezken, kendilerine marxist diyenlerin Marx’a rağmen, mülkiyeti kutsal görme ve ancak politik iktidar değiştiğinde değişebilecek bir hukuki kurum olarak görme eğilimleri. Burada kendilerine marxist diyenlerin gerçek hayattan kaçıp, politik gölge oyununa sığınma isteklerini görmemek mümkün değil. Oysa, Marx’ta da, Lenin’de de, Troçki’de de işyerlerinin çalışanlarca kontrolü kilit önemdedir. Hem de devrimden sonra, iktidar alındıktan sonra, çıkmaz ayın son çarşambası değil. Olabilecek ilk anda. Lenin’in Uzaktan Mektuplar’ında da, Nisan Tezleri’nde de, Troçki’nin Faşizme Karşı Mücadele derlemesinin ilk başında da fabrikaların denetiminden bahsedilir. Bizim “marxistlerimiz” içinse bu politik devrimden sonra düşünülecek bir ayrıntıdır yalnızca.

Sırf kadim metinler değil, örneğin Zizek de bu konuda açık fikirlidir: “Marx’ın kilit içgörüsü bu bağlamda halen geçerlidir; hatta belki de hiç olmadığı kadar: Marx’a göre, özgürlük meselesi öncelikle siyaset alanına konumlanmamalıdır. (Bir ülkede serbest seçimler yapılıyor mu? Hakimler bağımsız mı? Basın, gizli baskılardan uzak mı? İnsan haklarına saygı österiliyor mu?) Bilakis, gerçek özgürlüğün anahtarı piyasadan aileye “siyasi olmayan” toplumsal ilişkiler ağında yer almaktadır; eğer gerçek bir değişim istiyorsak bu, siyasi reform yoluyla değil “apolitik” toplumsal üretim ilişkileri alanında gerçekleşecektir. Kimin neye sahip olduğuna veya fabrikadaki ilişkilere çok dikkat etmeyiz; bütün bunlar politik alanın dışında kabul edilir, demokrasiden bu alanları “genişleterek” -diyelim ki halk denetiminde “demokratik” bankalar kurarak- bazı şeylerin fiilen değişmesini beklemek yanıltıcı olur. Radikal değişimler hukuki “haklar” alanı dışında gerçekleşmelidir: Ne kadar radikal bir anti-kapitalizmi savunursak savunalım, bunu anlamadığımız sürece, çözümü demokratik kurumlara başvurmakta (ki bu kurumlar da elbette bazen olumlu roller oynayabilir) ararız – kapitalist yeniden üretimin kesintisiz işleyişini güvenceye alan “burjuva” devlet aygıtlarının bir parçası olduğunu asla unutmamamız gereken mekanizmalar.6

Çalışan sınıfa ilişkin sendikal ya da “işçici” eğilimlerin bir başka yönü de, Gezi olayları sırasında ortaya çıktı. Çok açık ki, Gezi’yi çalışan sınıfın hayatının başka yönlerine taşıyacak hiç bir mekanizmamız yoktu. Sol örgütlenmeler, Gezi’deki özgürlük ruhunu yaşamaya çalışmaktan, yaymaya fırsat bulamadı. Birileri, sol örgütlenmeleri Gezi’yi kendi kontrollerine almaya çalışmakla suçlarsa saçmalamış olur. Böyle bir şeyin yanından bile geçemediler. Sendikalar ise bu hareketi işyerlerine taşımaya imtina etmişti. Gün Zileli’nin 30 Temmuz 2013 tarihli yazısında da belirttiği gibi “Eski tip sanayi işçileri ve onların sendikaları mücadelenin kıyısında beklemektedir. Bu umut kırıcıdır.7

Neden imtina ettiler? Neden mücadelenin kıyısında kalıverdiler? Açık ki, şu andaki sendikaların Gezi gibi bir fenomene katkıda bulunması ya da Gezi’nin sendikalara güç vermesini sağlaması için gerekli hiç bir doğrudan mekanizma yok. Bu durumu sendikal bürokrasi öcüsüne fatura edip, işi incelemeden bırakacak değiliz. “Daha da devrimci” sendikacılığın yaptığı tam da buydu.

Doğrudan mekanizma yok dedik. Bir ruh hali bir gruptan diğerine nasıl taşınır? Yani, Gezi isyanı sırasında ona katılanların içinde bulundukları ruh hali, çalışan sınıfın geri kalanına nasıl taşınacaktı?

Öncelikle istediğiniz çeşit propaganda yapın, eğer geri kalanlar Gezi’ye katılanların şımarık zengin çocuğu olduğunu düşünüyorsa bu ruh halini taşıyamazsınız. Bunun arkasında yatan nedenin, beyaz yakalılarla mavi yakalılar arası yabancılık olduğunu belirtmek gerekir. Merkezini Taksim’de olan bitenler sayarsak, Gezi daha çok bir beyaz yakalı fenomeniydi. Dolayısıyla, sınıfın farklı parçalarının birbirlerine olan yabancılığı, ruh halini yaymada en büyük engeldi. Bir ikincisi, açık ki sınıfın AKP dönemi boyunca görece pasifliği. Ama bunlar bizim irade koyarak yenmemiz gereken şartlar.

Dolaylı bir mekanizma olarak THY grevine katkıları düşünebiliriz. 29 Eylül 2013’de Hey Tekstil’den Abbasağa forumuna kadar bir çok yapı THY grevini ziyarete gitmişti. Polis bilindik tutumuyla saldırdı. Buna rağmen katılımcıların iradesiyle muhteşem bir destek gösterisi oldu. Problem gösteriden sonrası: Gezi ruh halini kullanarak yapılmaya çalışılan destek, yalnızca “dışarıdan” bir destekle sınırlı kaldı. Oysa, THY grevine kendi greviymiş gözüyle bakmaya başlayan yüzlerce insan, bu eylemlerden sonra, polisin havaalanında yaptıklarından sonra, kendi işyerlerinde hem THY grevi propagandası yapmaları, diğer çalışanlara grevi anlatmaları, hem de kendi problemlerini konuşmaları için teşvik edilebilirdi. Ama bu fırsat pek önemsenmedi.

DİSK, Gezi’den baya bir sonra da olsa basit propaganda araçları dışında araçların da olduğunu farketti. Özellikle Kıdem Tazminatı kampanyasını “#Direnİşçi” başlığı altında yürüterek, bu mekanizmayı kurmaya çalıştı. Problem, bu kampanyanın işyerleri ayaklarının var olmayışı idi. Twitter’ı kullanmaya çalışmak güzel bir yenilik, ama onu yalnızca genel propaganda için değil, başka başka işyerlerine, ofislere, atölyelere, fabrikalara girebilmek için kullanmak gerekirdi. DİSK bu kampanyasını işyerleri “dışına” yönlendirdi. Bu demek değildir ki, işyerlerinde bir şeyler yapılmadı. Yapıldı elbet. Ama DİSK’in güçlü olduğu, var olduğu yerlerden bahsetmiyoruz zaten. Asıl problem, DİSK’in var olmadığı yerler.

Peki de neden? Neden bu mekanizmalar ortada yok? Gezi ile sınıfsal mücadele arasındaki ilişkinin yanlış kurgulanması cevaplardan birisi olabilir. Kimi bu harekete doğrudan sınıfsal etiketi vurdu. Kimi, bunun bir “haysiyet ayaklanması” olduğunu iddia etti. Kimi rahmetli Marshall Berman’ın Katı Olan Herşey Buharlaşıyor kitabındaki Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar incelemesindeki gibi bir durum olarak tarifledi. Bu yorumların hepsi haklı ve hepsi de haksız. Ortak noktayı, bireylerin bilinçlerinde ortaya çıkan amaçlarında aradıkları sürece bu durum geçerli olacaktır. Bu kadar kitlesel ve bu kadar aniden olan hiç bir toplumsal olay üzerine, bu şekilde bir yönelimle total fikir üretilemez. Bizim iddiamız, en başından beri bu hareketin bir “bastırılanın çarpıtılmış geri dönüşü” olduğu idi. Bastırılmış olan, toplumun değer olarak kabul ettiği ahlaki saçmalıkların devlet eliyle uygulanması / yani “günah”tan “suç”a ilerleyiş, sinir bozucu kendini feriştah zanneden efendi söylemleri, iş yaşamının berbatlığı, giderek azalan çalışan gelirleri, AKP’yi örnek alıp mobbingin allahını yapmaya kalkan şirketler, yalanın dik alası profesyonellik maskaralığı vs. Gezi, bu bastırılmış olanı bir çırpıda kusuverdi.

Bu tip bir kurgulama yaptığınızda, “bastırılmış” olanı açığa çıkarmanın hareketin önünü açacağını da görmüş olursunuz. Gerçekten de, işyerlerinden sokaktaki yaşama kadar her baskı, olduğu yerde verilecek tepkiyle geri çektirilebilir. Ya doğrudan direnirsiniz, ya kuralları by-pass edecek yollar bulursunuz. Bunlar dışındaki her yol, ister istemez iktidar mekanizmalarını kullanma yoluna çıkar. Yani iş yalnızca AKP’ye geri adım attırıp attıramayacağımıza kadar iner. Sonra da gelsin seçim ittifakları vs. Bu mekanizmaları kullanmayacağız diye bir şey yok. Ama eğer politik olanın gerçek yaşamın çarpıtılmış bir hali olduğunu unutmazsak. Yani, eğer gerçek yaşamda gerçek güçleriniz yoksa, atacağınız “politik” adımlar sizi istediğiniz noktaya götürmeyecektir. “Doğrudan eylem” ile “sembolik eylem” arası fark tam da buradadır.8

Peki nasıl inşa edilmeli? Twitter’ı ya da yeni araçları kullanmaya başlamak güzel bir adım. Ama yukarıda da anlattığımız gibi, tek başına yetersiz. Bu tip mekanizmalar, yani karşılıklı düşünce ve ruh halini taşıyacak durumlar, ancak işyerleri odaklı bir düşünsel arka planla yaratılabilir. Bu olmadığı sürece, yeni olanakları kullanmak, çok büyük farklar yaratmayacaktır. DİSK’te Gezi sırasında bunlar yoktu.

Gezi’nin çalışan sınıfların harekete katılan kesimine etkisi ne oldu? İtaatsizliğin değeri, cürret, inisiyatif alma, yaşamın bölünmüşlüğünün farkedilmesi, sokak hareketinin değeri, kahramanlar kültürünün değişmesi vs. Çok yazılıp çizildiği için daha fazla anlatmaya gerek yok. İlgimizi çeken kısım yaşamın bölünmüşlüğünün farkedilmesi kısmı.

Beyaz yakalılar geceleri Gezi’de özgürlüğü tattılar. Ve gündüzleri yine gündelik köleliği tattıkları fabrikalarına, ofislerine geri gittiler. Kimileri bunu kutsadı; Clark Kent gibiyiz diyenler de çıktı, kendini Matrix’teki Neo’ya benzeten de. Ama çoğunluk, bu gerçeğin altında ezildi. Bu şizofreniyi kabul etmedi. Ve artık işyerlerinde, oraların da özgürleşmesi gerektiğini farketmeye başladılar. Düne kadar işyerlerinde yaşadıkları hayatı gerçek hayatlarından çalınmış olarak gören binlerce çalışan, yalnızca işten sonra arta kalan zamanlarını “özgürce” yaşamanın yetmediğini, artık o çalınan hayatın da özgürleşmesi gerektiğinin farkına vardı. Yani Gezi, işyerlerinde de artık daha muhalif olmamız gerektiğini, oralarda da dayanışmamız, oralarda da örgütlenmek zorunda olduğumuzu öğretti. Kısacası Gezi, hayatın, işiyle, eviyle, sokağıyla, eğlencesiyle bir bütün olduğunu, yalnızca iktidarın, politik yöneticilerin değil, gündelik hayatımızı, işyerlerimizi yönetenlerin de artık bizi yönetemeyecekleri bir yaşam kurmamız gerektiğini öğretti. 9

Acaba bu bastırılmışlığı nasıl engelleyeceğiz? Yani insanların AKP iktidarı ile gelen tüm kötü şartlara, yalnızca seçimler, sokak hareketi, gösteriler yoluyla değil, toplumdaki “politik olduğu düşünülmeyen” üretim mekanizmalarına karşı inisiyatif geliştirerek karşı koymasını nasıl sağlayacağız? Sendikal hareketin reaktif/tepkisel tutumlarına rağmen aktif/inisiyatif alan bir hareket nasıl yaratabiliriz?10

Kısaca yanıtlayıp bitirelim: Günümüzün 8-14 saatini kaplayan iş yaşamımızı bastırmayacağız, onu görmezden gelmeyeceğiz, onu politik alanın dışında kurgulamayacağız. Ordayız, o halde orada da politika yapacağız!

1) “Daha da devrimci” sendikacılığın, devrimci sendikacılığın yapacağını söyleyip yapmadığı şeylerin çetelesini tutmak dışında bir planı var mı bilemiyoruz. Belki de biz göremiyoruzdur. Örnek olarak Sol Defter’de yayınlanan 11 Temmuz tarihli “THY ‘Grev Kırıcı’, Sendika Yönetimi ‘Bürokrat’, Yeni ‘Birşey’ Yapmalı!” yazısını ele alalım. ‘Yeni birşey yapmalı’ derken kastettikleri şunlar olsa gerek:

“İşçi, grev ve sendika’ düşmanı politikalarıyla, ağırlaşan çalışma koşullarıyla, işten çıkartma tehditleriyle güç gösterisi yapan işverene karşı durmanın tek yolu hukuk davalarına bel bağlayan, işçileri bölen, işçilerin fikrini almayan Hava-İş’in sendika politikaları değil, işçilerin birliğini sağlayarak yürütülecek, fiili mücadele tarzını benimseyen yeni bir sendikal perspektif olabilir.

Sendikal bürokrasinin çözümü yargıdan bekleyen, işçilerle birlikte hareket etme gereği duymayan hesaplarını yaklaşan genel kurula endeksleyen ve bu yolda greve çıkan işçileri adeta kendi politikalarına mahkum bırakan tavrı, işçilerin çıkarlarını temsil etmiyor. 24 yıllık sendika iktidarı bunun bir diğer kanıtı.
Umutsuz değiliz: Bir süredir Hava-İş bürokrasisinden bağımsız yeni bir sendikal yapı oluşturmak üzere çaba harcayan işçiler var. Eksiklerine rağmen yeniyi onlar temsil ediyor. İşten atılan 305 işçinin oluşturduğu
29 Mayıs Birliği ve Gökkuşağı Hareketi çatısı altında mayalanmakta olan temiz, şeffaf ve demokratik sendikacılık perspektifi, sivil havacılık işkolunda aşağıdan yenilenmenin zeminini oluşturuyor. Sendikal harekette işyerlerinden gelmesi beklenen denetim ve yenilenmenin zemini bu yüzden THY AO ve Teknik AŞ işyerleri başta olmak üzere, binlerce işçinin çalıştığı büyük işyerleri ve özel olarak sivil havacılık işçileri olabilir.
Şimdi, Gezi Parkı İsyanını işyerlerine ve sendikalara taşımanın, devrimci yenilenme için cesaretli adımlar atmanın zamanıdır.

Burada “yeni” olan hiç bir şey yok. Burada, işyerlerinde, gündelik iş yaşamının her anında aktif olacak, yalnızca problem çıktığında değil, problem olmadan önce işyerinde var olmaya devam edecek bir çalışanlar birliği fikri yok. Yalnızca klasik reaksiyoner-tepkisel sendikacılığın nasıl “daha iyi” yapılabileceğine ilişkin bir şeyler var. Neden? Çünkü, bu düşünce sahiplerinin politik düşüncelerinin sınırı, işyerinin hukuki olarak işverene ait olduğu sabit fikrine takılmış kalmış durumda. İşyerlerinde gününün 12 saatini geçiren çalışanların böyle fikr-i sabitleri olduğu sürece, reaksiyon sendikacılığı yapmak dışında bir çaresi var mı sizce? Maaşlar ödenmeyince, işten atılmalar olunca, yani iş işten geçtikten sonra gösterilecek tepkinin, reaksiyonun örgütlenmesi anlamına gelen reaksiyoner sendikacılığın sınırı bu kadardır.

http://www.soldefter.com/2013/07/01/thy-grev-komitesinden-acik-mektup-sendika-yonetimi-sozunde-durmadi/

http://www.29mayisbirligi.com/2013/07/normal-0-21-false-false-false-tr-x-none.html

2) Mesela bir grevin neden az katılımlı olduğunu açıklamak için devletin zorlama gücünü bahane etmek ne demektir? Eğer bir sendika, o grevin başına bunların geleceğini hesap etmemişse, buna uygun önlemler almamışsa, o grevin şansa kazanması mı bekleniyor? Yoksa, biz önden gideriz, kalanlar da arkadan gelir gibi bir sosyolojik değerlendirme mi var? Bu değerlendirmenin pek de geçerli olmadığı Türk-İş üyesi Hava-İş’in grevinde bir kez daha görülmüş olmalı.

Ama yalnızca bu değil. Sendikal hak ve özgürlüklerin neden geri kaldığı sorusuna verilen “Sermaye örgütlü, devlet sermayeden yana ve bu sebeple bizi eziyorlar.” cevabı da aynı ölçüde boş. Haksızlık yapmayalım, çuvaldızı da iğneyi de kendimize batırmak derken bir yenilenmeden bahsediyordu. Ama ne yazık ki bu yenilenme “daha da devrimci” sendikacılığın anlattığından farklı değil.

3) Tabii, geçmişte sol hareketlerin örneğin feminist hareketi küçümseyebilmek için iddia ettiği, esas değerli olan/baş çelişki/ana çelişki vs. şeklinde aslında kendi örgütlerine adam toplama amaçlı “sınıfsal mücadeleler”le işyerleri eksenli gerçek siyasal mücadelenin farkını göstermek de gerek. İşyerleri dışında da kabul mücadeleleri yapılabilir kuşkusuz. Ama biz çalışanların kendi işyerimizdeki kadın-erkek ayrımcılığına ses edemediğimiz bir durumda dışarıdaki bu kabul mücadelelerine destek atmamız, yalnızca iki yüzlülüğümüz anlamına gelebilir. Eğer işyerleri eksenli sınıf mücadelesini gelecekteki toplumu kurabilecek ana ilke olarak görüyorsak, feminist mücadeleden Kürt sorununa, ırkçılıktan cinsel ayrımcılığa kadar tüm sorunlara karşı öncelikle günümüzün 12 saatini geçirdiğimiz işyerlerimizde mücadele etmemiz gerekir. Lafta kadın haklarını savunan, ama işyerinde kadınlara daha düşük maaşlar verilmesine ya da cinsel istismara uğramasına göz yuman solcu/devrimci ne aciz, ne loser bir figürdür…

4) Arkadaşlarımıza emailler…

5) Arkadaşlarımıza emailler…

6) Tehlikeli Rüyalar Görme Yılı – Occupy Wall Street – Encore Yayınları – Sayfa 116-117

Bu açık fikirliliğin Laclau’ları ya da Negri’leri geçtik, Karatani ya da Badiou’da dahi olmadığını üzülerek söylemek gerek. Zizek ise, hem kitabın başında yaptığı “Maaşlı burjuvazinin alt kesimi” sözüyle proleteryaya yeni katılan unsurları yanlış yerde konumlayarak, hem de Andrei Gorz’un maddesiz emek sayıklamalarına göz kırpmasıyla bu “aydınlanma” anını hiç ediyor. Zizek’in bu hikayelerden kurtulması için, beyaz yakalıların çok olduğu bir işyerinde en az bir yıl geçirmesi gerektiğini söylersek, sanırız ukalalık etmiş olmayız.

7) http://www.gunzileli.com/2013/07/30/gezi-hareketi-notlari-3-isci-sinifi-nerede/

8) “Düşün!” IWW’ya giriş – Tim Acott

DOĞRUDAN EYLEM

Doğrudan eylemi, senin kontrol edebileceğin herhangi bir araç, taktik veya strateji olarak düşünebilirsin. Bunun anlamı, kullanılan taktiklerin doğrudan senin problemine çare olmasıdır. Dümdüzdür, basittir ve ona güvenebilirsin. Onun başarısı ya da yenilgisi düşüncenin ne kadar iyi olduğuna, onu ne kadar güçlü uyguladığına, problemine ne kadar uygun olduğuna bağlıdır.

Senin problemini düzelteceklerine söz veren birilerine oy vermek doğrudan eylem değildir. Grev, iş yavaşlatma, işyeri işgali doğrudan eylemdir. Senin durumuna sempati ve destek toplamak için medyaya duyurmaya çalıştığın sembolik eylemler doğrudan eylem değildir. Proteston için hangi taktiği kullandığın önemsizdir. Ama grev çadırında başka bir sendika, başka bir işyeri, başka bir milletten bir iş arkadaşınla direnmek doğrudan eylemdir.

Bize verilenlerin nasıl geri alındığını görmek için tarihe kısa bir göz atmak yeter. Kalacağını umabildiğimiz kazanımlarımız yalnızca kendi ellerimiz ve yüreğimizle savunabileceğimiz ve alabileceğimiz şeyler. Zenginler ve onların hükümetleri tarafından zaman zaman bize atılan bu kırıntılar her zaman geri alınıyor.

İktidar egemen sınıfın kârlarına hizmet eder, her zaman da böyle yapacak. Gelecekte de onlardan umabileceğimiz şey aynı: Belki bir ara bir sus payı, kafamızı karıştırmak ve bizim irademizi zayıflatmak için. Ama çoğunlukla polis copu ve hücre kapılarının çınlamasıdır. Doğrudan eylem + Dayanışma = Başarıdır!

Mücadelenin ve savunmanın güvenebileceğimiz yegane taktikler, bizim -çalışan insanların- kontrolümüzde olanlardır. Doğrudan eylem kafa karıştırıcı sisi dağıtır. Gizleri açık eder. Kendimizi korumak için bir arada durmalıyız ve birbirimiz için ayağa kalkmalıyız.

9) http://www.dazayn.org/2/post/2013/09/september-21st-2013.html

10) http://www.dazayn.org/2/post/2013/06/gez-parki-drens-ve-syerler.html

IWW Istanbul • 19/11/2013


Previous Post

Next Post

Leave a Reply